6 Ocak 2010 Çarşamba

2010 ile ilgili ön değerlendirmeler......

2010 büyük olaylara gebedir çünkü;

*küresel egemen güç,kuzeydekikürt bölgesi hariç,ırakta ve özellikle afganistanda aciz duruma düşmüştür.Büyük ortadoğu projesi inişe geçmiş,Amerikan hükümeti vietnam benzeri ikinci bir sendrom yaşamadan ırak ve afganistandan nasıl çıkacağını düşünmeye başlamıştır.

*ABD ile kayıtsız sartsızsuç ortaklığı yapan ,kuzey ırakta ki Kürt devletçiliği ,1.Dünya savaşındaki arapların durumuna düştüğünü anlamaya ve geleceği ile ilgili kabuslar görmeye başlamışır.

*Türkiyesiz bir ortadoğunun egemen küresel güç tarafından nasıl iktidarsızlaştırılacağını ve sömürüleceğini görmeye başlayan İran ve Suriye,Türkiye'nin bütünlünğüne duydukları ihtiyacıgeçte olsa anlamanın telaşıyla Türkiye ile dayanışma emareleri veren anti-amerikan politikalarını öne çıkarmaya başlamışlardır.

*Her zaman bencil ama rayanel düşünen AB ,Türkiyedeki siyasal İslamcılığın şark kurnazlığını ve evrensel değerleri istismar ettiğini anlamaya,politik desteğini geri çekeceğine dair sinyaller vermeye başlamıştır.

*Türk Ordusu ile silahlı bir mücadeleyi hiç bir zaman kazanamayacağını kabullenen Kandil güdümlü PKK Terör örgütü, ABD tarafından kulanıldığını ve tasfiye sırasının geldiğini görmenin panik atakları içerisinde ,silahlı gücünü bir pazarlık faktörü ile ve ihtiyat tedbiri olarak son ana kadar elde tutmaya çalışırken ,übir yandan da Türkiyede siyasi zemine KCK oluşumu ile kayma gayretine girmiş ve bu zeminde siyaset yapan imralı güdümlü HAPET-DTP-BDP menşeili oluşum ile çekişmeye başlamıştır.

*Sığ siyasi varlığını sosyal ve ekonomik problemlerin çözümüne değil ucuz etnik istismarcılığa endeksleyen imralı güdümlü etnik ayrılıkçı HADEP-DTP oluşumu , siyasal islamcılığın gölgesini kendi gölgesi sanacak kadar sımarmış bir yanda islam provaları yaparken bir yandan da siyasal islamcılık ile olan ittifakını iptal etme ebleliğini göstermiştir.2009'un son aylarında hem siyasal islamcılardan gördüğü köstek hemde türkiyede ayağa kalkan milli refleks'in şaşkınlığı içerisinde DTP oluşumuyla siyasi zemine yeniden tutunma gayretine girmiştir. Aynı etnik ayrılıkçı siyasi zemine KCK oluşumuyla yerleşmeye çalışan Kandil ile arasındaki çekişme belirtileri su yüzüne çıkmaya başlamıştır.

*Ordu, 28 Ağustos 2008'de Orgeneral İlker Başbuğ'un Genelkurmay Başkanlığını devralmasıyla birlikte ,darbe iddalarını canlandırmayacak şekilde ,hukuka saygılı ince bir strateji izleyerek millilik vasfını öne çıkarmaya başlamıştır. Ordu, siyasal islamcılığın pervasızlığına karşı Cumhuriyeti kuran Kuvayi milliye ruhu ve Teşkilat-ı mahsusa gözü pekliliği ile mücadeleden çekinmeyeceğini hissettirmeye başlamıştır.

*Siyasal islamcı zihniyetin ''islam adına ve islam için '' sloganının , iyi kamufle edilmiş bir yalan olduğu, hizmet edilenin islam değil ,islam düşmanı Küresel egemen Güç olduğu ortaya çıkmaya başlamıştır.Türk insanı ;yolsuzluk ,usulsüzlük,istismar ve partizanlığın, milyonluğun rüşvet geliri ile Kabe manzaralı konut almak gibi traji-komik örnekleri karşısında, samimi dini inancının nasıl istismar edildiğini görmeye başlamıştır.
*Büyük müttefiki ABD ie eş başkanlığını yürüttüğü Ortadoğu projesi'nin çatırdamaya başladığını, küçük müttefiki etnik ayrılıkçı Kürtçülüğün kendisini şımarıkça yokda bıraktığını, bütün biçimlendirme ve dönüştürme gayretlerine rağmen halkın milli reflekslerini önleyemediğini aydınları susturamadığını, yargıyı tamamen siyasallaştıramadığını ve ordunun ütopik demokrat eğilimli ve örtülü uzlaşmacı fanilerle kontrol edemeyeceğini anlamaya başlayan Siyasal islamcı zihniyet ,2011 Genel seçimlerinde sandıkta silineceğini görmüştür.
2010 zor günlere gebedir,çünkü siyasal islamcı zihniyet cam tavana vurduğunun ve inişin başladığının farkındadır.

2010 zor günlere gebedir çünkü, dibe vuran milli direniş ,tarhi refleksi gereği yüzeye doğru yükseltmeye başlamıştır.

7 Aralık 2009 Pazartesi

DERSİM KATLİAMI MI?

Bölge, inanç ve etnisite istismarı yapmadan kısaca ifade etmek gerekirse;
  • Dersim 1938 katliamı:türkiye ile fransa arasında hatay konusunda anlaşmazlık devam ederken,Türkiye tarafından hataya karşı düzenlenecek askeri herekata engel olmak maksatıyla, bugün Tunceli olarak anılangüzel yurdumuzun parçasında ,batılı güçlerin tahrikiyle ayaklanan asillerin o bölgedeki asker ve devlet memurları ve kendilerine katılmayan dersimlilere karşı uygulandığı kanlı bir fiildir dersim 1938 harekatı ise bu asillere karşı ,devlete sadık dersim aşiretleri ile destekli olarak devletçe icra edilen acı,üzücü,candan can koparıcı ama devrin şartları içerisinde yapılması gereken ve yapılan tedip (edeplendirme) ve tenkil (uzaklaştırma) harekatıdır.
  • AÇIKLAMA:
  • Türkiye cumhuriyeti devleti binlerce yıldan beri devam etmiş bir devletleşme sürecinin, olgusunun sonuncu halkasıdır.buhalkaya yönelik tehditlerin,hareketlerin neden ibaret olduğunutahin etmek gerekir.Bunları isabetle belirleyebilmek için ise Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapı unsurlarını ve temel özelliklerini tayin etmeli ve tehditçilerin ve bunlardan hangilerini ortadan kaldırmak amacında olduklarını belirtmelidir.bu itibarlaana hatlarıyla kısaca devletimize yapı unsuru ilkeleri arz edeceğiz.
  • 1)Türkiye Cumhuriyeti devleti ,misak-ı milli sınırları içinde bulunan ülkenin sahibidir.bu itibarla Cumhuriyet'in ülke unsurunu oluşturan toprak kutsaldır ve bunlardan hiçbir fedakarlık yapılamaz.
  • 2)Misak-ı milli sınırları içerisinde yaşayan ve devletin nüfus unsurunu oluşturan bu insanların büyük çoğunluğu, etnik kökeni itibariye Türktür. Dinleri Müslümanlıktır.Ülkede yaşayan insanlar geniş ölçüde olmak üzare kendilerini Türk olarak hissetmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti devletinin toprkları üzerinde yaşayan ve vatandaşlık bağı ile devlete bağlı merbut bulunan bu insanlara , Türk Anayasaları 1876'da (osmanlı) ve sonra (Türk) adını vermişlerdir.İnsanların büyük çoğunluğu etnik kökenleri itibariyle Türktürler. Ancak Anayasa'nın vatandaşa verdiği isim ırk temeline dayanmıyor.Bu itibarla aynı zamanda başka bir alt etnik grubun mensubu olsada kişi ,devlet işlerinde tabiiyetini bildirirken Türk kelimesini kullanmak yükümündedir.Dünya'nın her devleti için ,olduğu gibi ,Türk vatandaşınında devlete karşı görev ve borçları yükümleri ve devletten talep edeceği hakları ve yararları vardır.Görev ve yükümlerin en başta geleni ise ''devlete sadakattir.'' bu itibarla devlete karşı isyan eden ,devlet yapısını tahribe yönelen kişi ,bu sadakat vecibesini, ihlal etmiş olacağından hareketinin çok ağır olan sonuçlarına katlanmak mecburiyetindedir.
  • 3)Atatürk'ün müteaddit kareler açıkladığı gibi Türk milletinin fertlerini birbirine bağlayan temel unsur kültürdür.Bin küsür yıl önce akın halinde Anadolu'ya gelen Türk boyları,kabileleri kültürlerinide getirmişler ve Anadolu ve Rumeli'de yaşamakta olan diğer halkalarla bütünleşerek getirdikleri kültürün içeriğini yani yaşam biçimlerini geliştirmişlerdir.Burada kültürden bilimsel anlamda kavramın içeriğini oluşturan bütün unsurları kastediyoruz.
  • 4)Kültür insanların ilişkilerini belirleyen temel bir araçtır. insanlar arasındaki iletişimi sağlayan sembollerden oluşmuş sistem ise Dildir. Türk milletinin dili Türkçedir. Tüm kültürün ortakları iştirakleri olmakla beraber Türk milleti içinde alt etnik gruplar ve bunların kendilerine özgü dilleride vardır. ancak dil sadece kültürün en önemli unsurunu teşkil etmekle kalmamakta fakat aynı zamanda milli birliğin temel aracınıda oluşturmaktadır . Bu itibarla Türk dili üzerinde hassasiyet gösterilirken bir yandan da milli birlik güçlendirilmiş olur. Bu sebeble devlet bütün vatandaşlarına Türkçe'yi öğrenmek yüküm ve mecburiyeti altındadır.
  • 5)Tüm toplumunun sosyal yapısında ,bütün diğerleri için olduğu gibi,insanların tavır ve hareketlerini ,davranışlarını ,birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen normlar vardır.Örfler,Adetler,gelenekler,muaşeret kuralları,din kuralları ve hukuk kuralları gibi..
  • sosyal normların en önemli katagorisini oluşturan hukuk kuralları ise,1840'lardan itibaren türk toplumunda geleneksel doğrultudan ayrılmış ve giderek batı hukukunun esaslarını ,otoritelerini kabul etmiş ve egemen olmuştur.Cumhuriyetle birlikte Türk insanlarının birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinde batı hukukunun ilkeleri ve esaslarını kabul etmiş ve Cumhuriyetten sonra bu husus hukukun bütünüyle laisizme dayandırılması suretiyle gelişmesini tamamlamıştır. Artık uygulanan lail devlet düzeni içerisinde batı hukukunun temel ilkeri benimsenmiş bulunan bir hukuk sistemidir.

9 Ekim 2009 Cuma

O mahyaların altında namaz olur mu

6 Ekim İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşu nedeniyle Eminönü’ndeki Yeni Cami’ye “Milli birlik esastır”, Sultanahmet’e “Ordumuza şükran borçluyuz”, Süleymaniye’ye “Ne mutlu Türküm diyene”, Üsküdar Yeni Cami’ye “Kurtuluşun kutlu olsun”, Eyüp Sultan’a “Önce vatan” mahyaları asılmış. Ey Müslümanlar! Yarın cuma. Camiye gideceksiniz. Restore edilmesine rağmen Süleymaniye’nin bahçesini dolduracaksınız. Düşünün ki namaz kıldığınız o caminin tepesinde şöyle bir mahya asılmış “Günde bir kadeh şarap kalbe iyi gelir.” Öfkelenirdiniz değil mi? Kur’an’da açıkça haram edilmiş bir şeyin cami tepesinde ne işi olabilirdi. O yazı caminin tepesinde asılı durdukça o camide namaz kılınabilir miydi? Peki, içkiyi haram eden Kur’an bakın milliyetçilik için ne diyor: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli ve en üstün olanınız, takva bakımından en üstün olanınızdır.” (Hucurat 49/13) Kur’an “Türk olmuşsun, Arap olmuşsun, Kürt olmuşsun fark etmez. Bununla övünmeyi, bununla üstünlük taslamayı tıpkı içki içmeyi yasakladığım gibi sana yasaklıyorum” diyor. Peki, şimdi söyleyin Kur’an açıkça “Ne mutlu takva sahibiyim diyebilene” derken 41 milleti adaletle yönetmesiyle meşhur Kanuni’nin yaptırdığı Süleymaniye Camii’nin minarelerine asılmış “Ne mutlu Türküm diyene” sözünün Kur’an açısından “Günde bir bardak şarap kalbe iyi gelir”den ne farkı var? Kapısında kimseye ırkı, kimlik kartı pasaportu sorulmayan o mabede sizce o mahya yakışıyor mu? Suudiler Kâbe’nin minarelerine “Ne mutlu Arabım diyebilene” yazısı assaydı hoşunuza gider miydi? Peki, bu hoşnutsuzluğunuzu yarın o camide size nasihatler verecek imama da bildirmeyecek misiniz? Ey Cuma Namazı’nı Sultanahmet Camii’nde kılacak Müslümanlar! Siz caminizin tepesine “Ordumuza şükran borçluyuz” mahyası astıranlara sormayacak mısınız? Cuma’ya gidiyor diye subayları atan orduya mı şükran borçlusunuz? Kutlu Doğum Haftası fazla şatafatlı kutlandı diye geceyarısı e-muhtıra veren orduya mı şükran borçlusunuz? Cuma’ya giden memurları fişleyen, oruç tutan Genelkurmay Başkanı’nı evinden sefertası taşımak zorunda bırakan orduya mı şükran borçlusunuz? Hakkâri Çukurca’da altı askeri şehit eden asker mayınları ile ilgili hâlâ açıklama yapmayan orduya mı şükran borçlusunuz? Yoksa üç karakolun arasında küçük Ceylan’ı havan topuyla vurup, sonra da “kim yaptı bilmiyoruz” diye açıklama yapmakla yetinen orduya mı şükran borçlusunuz? Belki de şükranlarınızı bildirmek için başörtülü eşinizle karargâha gittiğinizde sizi içeri bile almayacak orduya şükran borçlusunuzdur? O caminin imamına “Biz gerçek Müslüman olsaydık bugün bu caminin minaresine “Orduya şükran borçluyuz” değil, “Küçük Ceylan’ı kimler vurdu” yazan bir mahya asılmalıydı diye çıkışmayacak mısınız? Ya sevabı çok olsun diye İstanbul’un manevi direklerinden Eyüp Sultan’ın Camii’ne gidecek Müslümanlar! Peygamberi evinde misafir etmiş, şimdi de İstanbullulara misafirliğe gelmiş Ebu Eyüb El Ensari’nin türbesinin başına “Önce vatan” mahyasını asmışlar. 80 yaşında “Önce vatan, önce Arabistan” demeyip, evinden kilometrelerce uzağa İstanbul’a gelmişti Eyüp El Ensari. Ve vasiyetinde de “Önce vatan” demeyip şehit düştüğü İstanbul’a gömülmek istemişti. Ve şimdi biz 1300 yıldır bize “Önce vatan değil” diyen Eyüp Sultan’ın mezarının başına, inandığı şey için Eyüp’ten Fatih’e bile gitmeyecek üç beş tane uyuşuk memura uyup “Önce vatan” yazısını astık. Bir nevi büyük sahabeye “Senin vatanın yok mu, ne işin var burada ey Arab” demiş olduk. Açılıma kızan milliyetçi memurların İstanbul’un en kutsal mekânlarından birine siyaset sokmasına izin verdik. Yarın Eyüp’te namazını kılacak Müslümanlar Eyüp El Ensari’nin ruhunu inciten o mahyaya bir şey demeyecek misiniz? Peki, siz namaz için Eminönü’ndeki Yeni Cami’yi seçen Müslümanlar! Cami imamınıza siz de sorun: Kur’an’ın ve İslâm’ın neresinde var “Milli birlik esastır” ilkesi? Hangi milli birlik? Ne alakası var camiyle bunun? Hadi ona İslâm’da derme çatma bir yer bulursa şunları da sorun: Peki muhterem hocam. O halde camiye “Daha çok demokrasi”, “Sivil anayasa istiyoruz”, “Darbeciler yargılansın” mahyaları asmaya ne dersiniz? Bunlar siyasi de “Milli birlik esastır” değil mi? Hani laik devlettik? Devletin, resmî ideolojinin ne işi var camilerde? Erbakan, camileri arka bahçesi olarak kullanıyor diye kızıyordunuz, peki aynı şeyi niçin şimdi devlet yapıyor? Bu laikliğe aykırı değil mi? Yarın binlerce kişinin namaz kılacağı bu camilerde ayağa kalkıp “Bu mahyanın caminin tepesinden ne işi var” diye hesap soracak cesur bir Müslüman aranıyor.

Yıldıray Oğur - 2009.10.08 - Taraf Gazetesi

18 Eylül 2009 Cuma

''GÜÇLÜ ORDU... ZAYIF TOPLUM''

Silahlı Kuvvetler’in 30 Ağustos’ta toplumun önüne çıkmak için tasarlayıp düşündüğü slogandı: “Güçlü ordu”, Türkiye’nin önüne çıkarılmıştı. Şaka olarak tekrarladığımız “Önce Mülkiye, sonra Türkiye” sloganı vardır. Mülkiyeliler sahiden bu sloganı telaffuz ettiği için değil, kendilerini fazlasıyla önemsemelerini hicvetmek için yapılmış bir şakadır. Ama bazı kurumların şakası yok. Şimdi, ilk söylenecek şey, bunun her düzeyde, her anlamda yanlış bir söz olması, çok yanlış bir zihniyeti yansıtıyor olması. Bu bakımdan da, bir kurumun, oturup, düşünüp taşınıp böyle bir sloganla ortaya çıkması vahim. Bunun tarihteki klasik örneklerini hatırlatayım hemen. Avrupa’nın Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçişinde coğrafî keşifler çok önemli bir yer tutar.Keşiflerde de Portekiz ile İspanya’nın öncü rolü olmuştur. Portekiz’de, bir prens ,Henrique o Navegador (yani, Denizci Henri), kendini bu işe adamış, okullar açmış, kurumlar kurmuş, keşifler tarihinin bütün şanslı basamaklarında, dönemeçlerinde adını okuduğumuz Diaz, da Gama, Magellan, Cabral gibi kaptanların yetişmesini sağlamıştır. Bu işi bir “prens” yapıyorsa, bu da devletin olayda payının bir karinesi sayılabilir. Ama tabii sorun yalnızca bir “eğitim”, denizci “yetiştirme” sorunu değildi. Gemileri yapan, donatan devletti. Keşfedilen yerle kurulan ilişkiyi (Hindistan gibi yerlerde varolan otorite ile anlaşma ve diplomatik ilişki, Amerika’da kolonizasyon) yönlendiren hep devletti. Aynı mantık İspanya’da da egemendi. Colombo’nun, Batı’ya giderek Doğu’yu keşfetme fikrini İspanya Kralı’na kabul ettirmesi gerekiyordu. Pisarro, Cortez gibi “kâşiflere”, “kâşif” değil de “Conquistadore”, yani “fatih” sıfatı takılmıştı, çünkü onlar keşfettikleri yeri aynı zamanda İspanya adına “fethediyor”, sonra da Kral’ın “vali”si olarak orayı İspanya adına yönetiyorlardı. İlk kâşifler, yani Portekiz ve İspanya’nın bu “devlet” görevlileri, Avrupa’yı keşiflere sevkeden birinci motivasyon, yani “değerli maden” bulmak bakımından, en şanslı çıkanlardı. Zaten belirli yerlerde, bu işi yüzyıllardır yapmış bir medeniyeti yıkıp yerle bir ederek ve hazinesine el koyarak, en zahmetsiz tarafında altın ve gümüş toplamışlardı. Ama aynı zamanda, Potosi gümüş madenleri gibi, hâlâ tüketilememiş kaynaklara da sahip olmuşlardı. Yıllarca ve yıllarca, Amerika’dan İspanya ile Portekiz’e, bu ülkelerin devletlerine, altın, gümüş, mücevher taşındı. Sonuç? Portekiz, biz üye olmazsak AB’nin en yoksul üyesi. İspanya yeni toparlandı. 17. yüzyıldan bu yana, “güçlü devlet” olmaktan çıktı. “Niye,” diye sorarsanız, “güçlü devlet” olmayı kafasına koyup bu uğurda her şeyi yaptığı için. İngiltere’de, Hollanda’da aynı işleri devlet değil, toplum içinden çıkan özel bireyler yaptı. Zamanla şirketler kuruldu, şirketler büyüyüp tekelleşti vb. Hindistan 18. yüzyıl sonlarında Britanya’nın sömürgesi olduysa, bu öncelikle “devlet”in değil, “East India Company”nin kararıydı. 16. yüzyılda Avrupa’nın batısında olanlara çağdaş benzer bulmak istiyorsak, petrol zengini Arap ülkelerine bakabiliriz. Doğal bir servete el koyarak zengin olan, ama bunu her bakımdan, öncelikle de zihnî alanda bir toplumsal gelişmenin lokomotifi haline getiremeyen ülkeler. Bir “mirasyedi ekonomisi”. “Güçlü devlet/zayıf toplum” formülünün başka türlü sonuç verdiği tarihte görülmemiştir. Ama toplum güçlüyse o her zaman “güçlü devlet” kurmuş, dolayısıyla gereğinde “güçlü ordu”ya da sahip olmuştur. Ama dikkat ederseniz, “sahip olmak” fiilinin öznesi bile hemen yer değiştiriyor, bu konuyu, bu ilişkiyi konuşurken; “güçlü toplum”, “güçlü ordu”ya sahip oluyor. Vaktiyle Mirabeau söylemişti, Prusya için: “Prusya, ordusu olan bir millet değildir, milleti olan bir ordudur” demişti. Bu, bazılarımız için düşünülebilecek en büyük ideal, erişilebilecek en büyük menzil. Ama o Prusya, sonra da o Almanya, ancak bugün, yani milletin ordusundan güçlü olduğu ve ordusunu denetlediği toplum olunca, rahatın ve mutluluğun yüzünü gördü.

Murat Belge - 2009.09.15 - Taraf Gazetesi

15 Eylül 2009 Salı

TANRI TARAFSIZDIR

7 Eylül Pazartesi sabahı saat 07.00’de Yenikapı’dan Bandırma’ya kalkan Turgut Özal Feribotu’na binen yolcular arasındaydım. Sarışınlıkta milli afetimiz Civciv’in arabasına doluşmuş, yazın son günlerini Ege kıyılarında yakalamak için yola çıkan bir arkadaş grubuyduk. Deniz epeyce dalgalı ve rüzgâr sertti. Feribot, büfedeki tabak çanağı şangırtılarla kaydıracak kadar yalpalıyordu. Dalgalara karşı kavis çizerek ilerlemeye çalışıyor, dolayısıyla yol uzuyor, 09.25’te ulaşmamız öngörülen Bandırma’ya zamanında varamayacağımız açıktı.Saat henüz 08.45’ti ki, yolculara yapılan anons, “askerî tatbikat nedeniyle” Bandırma’ya 45 dakika gecikmeli varılacağını duyurdu. Şaşırdık. Ufukta ne askerî bir gemi vardı ne de uçak. Zaten gecikme nedenimiz de “askerî” olamayacak kadar dalgalı denizden ve “askerî” olamayacak kadar şiddetli rüzgârdan belliydi...İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı tüm deniz taşıtları gibi sürekli ve sadece Kanal 24 televizyonuna ayarlı bir feribotta, böylesi bir anonsun, damla damla hangi “taşı” oymaya yönelik olduğunu anlamak için üstün zekâya gerek yoktur sanırım. İstanbul’u sel basmadan hemen önceye denk gelen böyle bir anonsu, sel bastıktan sonra İBŞ Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın -Başbakan Erdoğan tarafından yalanlanmasına karşın- “Askerî bölgedeki gölet su topu gibi patlayıp seli körükledi” iddiasına eklerseniz, siz de bir sonuca varırsınız elbet...***Oysa son günlerde Türkiye’yi vuran afet hakkındaki gerçek hiç değişmedi ve benim ilk kez 2004’te yayımlanan Tanrısal Tarafsızlık başlıklı yazım artık bir klâsik: “Ateş yakar. Su boğar. Gaz patlar. Elektrik çarpar. Deprem yıkar. Yağmur yağar. Dere yatağı taşar. İki kere iki dört eder.Tutuşturduğunuz orman, yanar. Yüzme bilmeden atladığınız su, boğar.Çakmak çaktığınız birikmiş gaz, patlar. Çıplak elle dokunduğunuz elektrik akımı, çarpar. Mazgalları tıkarsanız, yağmur su baskınına yol açar.Dere yatağına yaptığınız evleri, su basar. Bir daha basmaz der, oturursanız, yine basar, yine basar.Çünkü dere, aman insanlar boğulmasın diye yatak değiştirmez. Her yağmurda geri gelir. Eğimsiz yollar, her yağmurda göle dönüşür. Her yağmurda dönüşecektir.Deprem bölgesine kurduğunuz çürük binalar, yıkılır.Yeniden aynı yere ve aynı çürüklükte yaparsanız, yine yıkılır.Demiryolunu yenilemeden trenleri hızlandırırsanız, devrilirler. Bir gün devrilmez, iki gün devrilmez, ama BİR GÜN mutlaka devrilirler.Kendisi ziyan olmuş adam, 10 çocuk yaparsa, 9’u ziyan olur. Birine bakmaktan aciz kadın, 10 çocuk doğurursa, yine 9’u ziyan olur.Her şey olurlar, ama ’adam’olamazlar.Ölürlerse ölürler, kalırlarsa... Kalırlarsa, orman yakarlar. Gaz kaçağını çakmakla ararlar. Yüzme bilmeden göle atlarlar. Elektrik kablosunu çıplak elle tutarlar. Kazdıkları çukuru açık bırakırlar. Dere yatağına ev yaparlar. Deprem bölgesine yıkılacak bina... Zaten benzin deposunu doldururken sigara içen, mazgalları tıkayan, üstlerine asfalt döken, yolları eğimsiz yapan, kaldırımları düzgün döşeyemeyen de onlardır. Her şey olurlar; futbolcu olurlar, tüccar olurlar, kendilerine benzeyen milletin vekilleri olurlar, bakan olurlar, hatta başbakan olurlar. Saygılıdırlar, her bayramda gider analarının babalarının ellerini öperler ama adam gibi adam, rasyonel adam olamazlar. Çünkü üstlerindeki cilanın altında, rasyonel olmayan ana babaları vardır. Çünkü aynı kafayla, aynı yanlışları yapacaklardır. Çünkü Allah, kendisine tapana tapmayana aldırmaz. Kendisine güveneni kayırmaz. Makine duayla çalışmaz. Yağmur ne duayla yağar, ne de duayla durur. Doğa rasyonel olmayanı vurur yere. Çünkü doğa yasaları, insan yasaları gibi delinmez!Ve ateş yakar, su boğar, gaz patlar, elektrik çarpar, dere yatağı taşar...” ***Bu tabloya, yukarıdaki gerçekleri sanki başkası çarpıtmış gibi sıralayıp, çarpıklığa elektrik, su, gaz bağlayıp, hatta tapu verenin kendileri olduğunu unutanları eklerseniz, Türkiye’nin Araf’ta aradığı “mutlak ve değişmez” gerçeği de “avam”da bulursunuz sayın seyirciler.
Mine G. Kırıkkanat - 2009.09.15 - Vatan Gazetesi

13 Eylül 2009 Pazar

KÖPRÜLER İNŞA ETMEK

Bir zamanlar, çocukluklarından beri yakın arkadaş olan iki genç adam yaşarmış. Bu genç adamlar her şeyi birlikte yaparlarmış. Birlikte iş yaparlar, birlikte oynarlar, birlikte ders çalışırlar, hatta birlikte düşünürlermiş. İçlerinden biri bir cümleye başladığında, öbürü onu tamamlayabilirmiş. Zamanlarının büyük bir çoğunluğunu birlikte geçirirler ve asla birbirlerinden sıkılmazlarmış.Yaşları ilerleyip de birer yetişkin olduklarında ailelerinin yanından ayrılıp kendi evlerini kurmaya karar vermişler. Birlikte balık avlarken harika saatler geçirdikleri gölün yakınlarında nefis bir arazi bulmuşlar. Birbirleriyle komşu olmanın ne kadar güzel olacağını düşünmüşler. Ve böylelikle, evlerini gölün karşı kıyılarına inşa etmeye karar vermişler. Bu sayede her sabah erkenden uyanıp birbirlerine doğru kürek çekecek, gölde saatlerce balık avlayacak ve birlikte daha çok zaman harcayabileceklermiş.Bir sabah balık tutup konuşurlarken, konuşup balık tutarlarken, aralarında küçük bir tartışma çıkmış. Bu onlara göre çok alışılmadık bir şeymiş, çünkü o güne dek tek bir konuda bile anlaşmadıkları olmamış. Kafaları karışmış ve durumdan rahatsız olmuşlar. Nasıl olur da birbirleriyle aynı düşüncede olmazlarmış? Tartıştıkça görüş ayrılıkları artmış ve birdenbire birbirlerine çok sinirlenip, evlerine doğru kürek çekmeye başlamışlar.İçlerinden biri o kadar kızgın ve şaşkınmış ki, gölün karşı kıyısına, bir zamanlar her konuda, her işte anlaştığı, en yakın dostu olan bu insana baktıkça öfkesi giderek artmış. En sonunda bir marangoz çağırmış ve evinin çevresine, gölün karşı kıyısında oturan berbat insanı görmesine önleyecek bir çit inşa etmesini söylemiş.Marangoz hemen işe koyulmuş. Genç adam, marangozun çekiç darbelerinden çıkan sesin huzuruyla evine gitmiş. En sonunda çekiç sesleri susmuş ve marangoz, yaptığı işi göstermek için genç adamı çağırmış. Genç adam bir çitle karşılaşacağını umarak evinden dışarı çıkmış. Ve ne görse beğenirsiniz? Karşısında, gölü boydan boya kat eden bir köprü varmış! Genç adam söylediklerinin yerine getirilmemiş olmasına o kadar öfkelenmiş ki, eski dostunun köprüden koşarak ona doğru geldiğini fark etmemiş bile. Neyse ki tam zamanında bağırmayı kesmiş de, kollarını sallayıp yüksek sesli övgüler yağdırarak kendisine doğru hızla yaklaşan eski arkadaşıyla karşılaşmış.“Teşekkürler, teşekkürler. Tartışmamızın ne denli gülünç olduğunu fark edecek kadar zeki davrandın, bu özel arkadaşlığımızı kaybetmeye kesinlikle değmezdi. Bu köprüyü inşa ettiğin için sağ ol. Böylelikle hemencecik yanına gelip, ‘beni affet, lütfen’ diyebildim. Suç benimdi”. “Hayır, suç benimdi,” diye yanıt vermiş arkadaşı. Neredeyse kimin suçu olduğu konusunda kavga edeceklerken, birden gülmeye başlamışlar.Sonra teşekkür etmek ve evlerine davet üzere marangoza dönmüşler. Marangoz gülümsemiş, alet çantasını toplamış ve “Gitmem gerek,” demiş. “Daha inşa etmem gereken bir sürü köprü var.”
Kaynak: Geçmişimizden Tohumlar: Geleceğin Ekinleri,Yahudi Öyküleri ve Halk MasallarıYayına Hazırlayan: Corinne StavishÇeviri: Aylin Yengin

24 Ağustos 2009 Pazartesi

''GÜÇLÜ TÜRKİYE İSTEYENLERE CEVAPTIR''

Bir köşe yazarı, huzur ve demokrasiye kavuşursak, “Türkiye, evet, kanatlanır uçar. Ve o zaman bölgesel ve uluslararası bir güç haline gelir,” diye yazısını bitirmiş geçenlerde.Güç olmak. Güçlü olmak. Sade bölgesel değil uluslararası güç olmak!Ne demek güç olmak? Başka ülkelerden, komşularımızdan üstün olmak, onlara çıkarlarımız adına sözümüzü geçirmek, geçiremezsek tehdit etmek, susturmak, yenmek. Kısaca, emperyalist olmak.Demokratım diyenler başka ülkelere karşı despotluk, önderlik, üstünlük kurmak arasındaki çelişkiyi göremiyor mu?ABD demokrasiyi yayıyorum diye diye bir yüzyıldan fazla yayılıyor. İngiliz imparatorluğu medeniyeti, Sovyetler Birliği sosyalizmi yaymak adına dünyaya seslenmişti. Türkiye’de böyle bir ideolojik kılıf, iddia bile yok. Güçlü olmak, güçlü olalım demek yetiyor. Tarihte bu tür roller verilen, bu tür rolleri üstlenen ülkelerin başına gelenler çok görüldü.Mucizevi denilebilecek koşullarda bağımsızlığını kazanıp cumhuriyetle birlikte içine kapanan, II. Dünya Savaş’ına girmemeyi başarabilmişken, Stalin’in Kars, Ardahan ve Boğazlarda talebi nedeniyle NATO’nun kucağına oturmaya zorlanan Türkiye, peş peşe yaptırılan askeri darbelerle her anlamda zayıfladı. Ezilmişlik kompleksinin doruk noktasının ifadesi olan Özal’la ‘Adriyatikten Çin’e kadar’ diye sayıklarken vizyon balonları uçurmaya başladı. Ardından kendisine vaadedilen “güçlü olmak” rolüyle Irak işgaline, katliamına katılmak isteyenler korosunun sesleri yükseldi..Şimdi... Kim adına, neyin pahasına güçlü olmak?Geçmişin küllerinde kıvılcım arayarak Osmanlı’ya mı özeniliyor? İspanya, Hollanda, Makedonya, Portekiz, Fransa, İran, Avusturya’nın da dünyaya hükmettikleri imparatorlulukları vardı. Buralardan biri bugün çıkıp uluslararası güç olmak istiyoruz dese gülüp geçerler. Kansere bir Türk çözüm bulsa, medyada haber, ‘Kansere çözüm bulundu,’ değil, ‘Bir Türk kansere çözüm buldu,’ olacak. Kurtulamayacak mıyız bu şovenizmden? Aşağılık kompleksinden.Dinin boyunduruğundan, sömürge olmaktan ya da emperyalizmden bağımsızlaşarak kurulan ulus devletlerin çağı geride kaldı. Milliyetçiliğin tortusu, 21. yüzyılda düşmanlık ve demagoji üzerine kurulu. Yoksa sırf Hindistan’dan belki 300, küçücük Papua Yeni Gine’den 40 devlet daha çıkardı. Günümüzün egemenlikleri bayrak tanımayan sermaye üzerine kuruluyor. Devletler giderek onlara mecbur, onlar devlete değil.Dünyamızda bugün yaşanan demokrasi krizi.Sorun, hayatımıza yön veren, ekonomik krizlere, küresel ısınmaya neden olan şirketlerin, bankaların, kredi kuruluşlarının ve bu kervana katılan siyallaşan dinlerin etkisindeki devletlerimizi denetleyemememiz. Sorun, ABD gibi zengin bir ülkede dahi ilaç şirketlerinin gücü, devletin herkesin yararlanabileceği bir sağlık politkasını hayata geçirmesini engellerken vatandaşların çaresizliği. Sorun, Shell şirketinin Nijerya devletini halkına karşı harekete geçirebilmesi. Sorun, İngiltere vatandaşlarının çoğunun Irak işgaline karşı olmalarına rağmen devletin gençlerini ölmeye, öldürmeye gönderebilmesi. Sorun Çin’in vatandaşlarını köle gibi çalıştırması. Sorun Sorun, dünya çapında yoksulluk, açlık, susuzluk, hastalık.Sorun ülkelerimizin güçlü olabilmesi değil, bizim güçsüzlüğümüz.Sorun dünyada demokrasi sorunu, düzen sorunu. Kapitalizmin giderek demokrasiyle bağdaşamamasının sorunu.Sorun yatırım deyince akla gelenin insana yatırım olmaması, ölçünün insan olmaması.Osmanlı İmparatorluğu ve ardından kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti ait oldukları zaman dilimlerinin koşullarına göre tarihde kayda değer izler bıraktı. Sorun, günümüzde kabuk değiştiren dünyamızda, Türkiye’nin yerini güç taşeronluğu da yaparak, dünden mi yoksa yarından yana mı alacağı.Gündüz Vassaf - 2009.08.23 - Radikal Gazetesi